Editorial turca prepara lanzamiento de obra de Fernando Báez



Enlace:
http://www.canyayinlari.com/

Una buena nueva que abre las puertas de nuestro amigo al corazón del Medio Oriente y que viene de la mano de la misma editorial que divulga a Paul Auster y García Márquez:


Kitap kıyımı, her çağın barbarlığı

Kitap, yok edilmeye açık bir nesne. Venezuela Ulusal Kütüphanesi’nin müdürü Fernando Báez’in, ‘Kitap Kıyımının Evrensel Tarihi’ adlı kitabında dediği gibi, kitap tarih boyunca hem tutuşturan, hem de tutuşan bir nesne olmuş

YERYÜZÜ KİTAPLIĞI

Eski Yunan’ın en büyük tragedya yazarlarından Sophokles’in 120’den fazla oyunundan yalnızca yedisi günümüze ulaşmış. Yine Eski Yunan’ın ünlü kadın ozanı Sappho’nun yazdığı şiirlerin 9 cilt tuttuğu söylenir, ama bugüne erişen yalnızca iki uzun şiiri var, 19. yüzyıl sonunda bulunan papirüs yazmalarındaki şiirleri bölük pörçük. Ama kâğıdın ömrü ne kadar ki? Bırakın birkaç yüzyıl önceyi, 50-60 yıllık kimi kitapların sayfaları adamın elinde un ufak olmuyor mu? Sonra, dijital kayıtların gerçek ömrünün kaç yıl olduğunu biliyor muyuz?
Kitap, yok olmaya açık olduğu kadar yok edilmeye de açık bir nesne. Venezuela Ulusal Kütüphanesi’nin müdürü Fernando Báez’in, Kitap Kıyımının Evrensel Tarihi adlı kitabında dediği gibi, kitap tarih boyunca “hem tutuşturan, hem de tutuşan” bir nesne olmuş: Hem içeriği ona karşı olanları öfkeden tutuşturmuş, hem de fiziksel olarak kolayca tutuşturulabilmiş.
Báez’in, Eski Sümer’den günümüz Irak’ına, kitapların yok oluşunun ve yok edilişinin tarihini anlatan çalışmasını okuduğumuzda, ülkeleri istila edenlerin halkları yok ederken onların kitaplarını da yok ettiklerini görüyoruz. Örneğin, Moğol hükümdarı Hulagu’nun, 13. yüzyılda Bağdat’ı işgal etmekle kalmadığını, o dönemde İslam’ın dinsel ve kültürel başkenti olan bu kenti yakıp yıkarken çok eski kütüphaneleri de ortadan kaldırdığını görüyoruz. Orta ve Güney Amerika’yı fethe çıkan Avrupalı fatihlere eşlik eden misyonerlerin, Aztek ve Mayaların kodekslerini yaktıkları da bilinmiyor mu?
Báez, kitabında, tarihle yetinmiyor. Çok yakın zamanlara getiriyor incelemesini. Sözgelimi, 1992 Ağustosunda Sırp komutan Ratko Mladic’in özel buyruğuyla, Sarajevo’daki Bosna-Hersek Ulusal Kütüphanesi’nin üç gün boyunca yangın bombalarıyla nasıl bombalandığını ayrıntılarıyla anlatıyor. Báez, böylesi saldırganların aslında sapkın bir biçimde de olsa- kitabın değerini çok iyi kavradıklarını, fethedilen ülkenin tüm bir yazılı geçmişi yerle bir edilmedikçe fetihin asla tamamlanmış olmayacağını çok iyi bildiklerini vurguluyor.
Çin imparatoru Qin Shi Huang ise, kitap kıyımını istila ettiği bir ülkede değil, kendi ülkesinde gerçekleştirmiş: İÖ 213 yılında tarım, tıp ve kehanetle ilgili elyazmaları dışındaki tüm elyazmalarını sistemli bir biçimde yok ettirmiş. Tarihin en büyük kitap kıyımlarından birinin de İskenderiye’de meydan geldiğini; antik çağın ünlü İskenderiye Kütüphanesi’nin, İS 3. yüzyılın sonunda Aurelianus döneminde çıkan bir iç savaşta yerle bir olduğunu, Serapis Tapınağı’nda bulunan bölümün de 391’de Hıristiyanlarca yok edildiğini unutmak olası mı?
Báez’in kitabını okurken, ister istemez, Ray Bradbury’nin 1951’de yayımlanan Fahrenheit 451 adlı bilimkurgu romanını ve François Truffaut’nun 1966’da bu romandan sinemaya uyarladığı filmi anımsıyorum; kitapların görüldüğü yerde yakıldığı bir toplumda, her biri bir kitabı belleğine kazıyarak “kitap-insan” olan insanları. Her kitap bir insan, daha doğrusu her okunuşta bir başka insan değil mi zaten?
Bazıları kitap toplar, koleksiyonunu yapar kitapların; bazıları da kitap toplatır, kitap yakar, yok eder kitapları. Kitap toplatmanın yasadaki adı “zoralım”dır, adı üstünde...

EŞEK ARISI
Biri ‘kaçmış’, biri ‘yırtmış’, biri de...
Uzunca bir süredir gazetelerin spor, pardon futbol sayfalarının bir kesimindeki kimi yazı ve haberlerde argo sözcükler ve deyimler kullanıldığını gözlemliyorum. Yanılmıyorsam, bunun temel nedeni, söz konusu futbol yazarları ve muhabirlerinin kendilerini tribünlerdeki sıradan seyirciyle bir tutmaları, daha doğrusu gerçekte sıradan seyirciden pek bir farkları olmaması. Böyle olunca da, gazetenin yazı dili yerine tribünün sözlü dilini kullanıyorlar doğal olarak...
Futbol basınında kullanılan argo, sanki futbol dili bunu gerektiriyormuş gibi nicedir doğal karşılanıyor, hiç yadırganmıyor. Ama geçenlerde Sabah gazetesinin “Kültür Sanat” sayfasındaki bir kitap tanıtımında benzer bir dille karşılaşınca donakaldığımı, dahası biraz da öfkelendiğimi itiraf etmeliyim.
Sabah gazetesi, 3 Kasım 2008 tarihli sayısında, “Haftanın Kitabı” köşesine, kısa bir süre önce Can Yayınları’ndan yayımladığımız “Komünist Manifesto”yu almış. Kaya Genç, bu köşede, “Yasaklı Manifesto’nun İnanılmaz Öyküsü”nü yazmış. Belli ki, iyi niyetle yazılmış bir yazı. Ama yazının bir bölümü beni açıkça tedirgin etti.
Genç, şöyle demiş:
“1978’de Nur Deriş ve Celâl Üster, geçen hafta Can Yayınları’ndan çıkan ‘Komünist Manifesto’ çevirisini yayımlamışlar. 5 Nisan’da piyasaya çıkan kitap 23 Mayıs’ta toplatılmış, hemen çevirmeni hakkında 142. maddeden dava açılmış, Nur Deriş hapse girmemek için yurtdışına kaçmış, 10 sene Cenevre’de yaşamış. Celâl Üster ise tam kitap çıktığı günlerde askere gittiği için çeviriye adını zaten koymamış, bu şekilde hapse girmekten yırtmış...”
Evet, Nur Deriş’le birlikte otuz yıl önce yaptığım “Manifesto” çevirisini onca yıl sonra gözden geçirerek Can Yayınları’nın Dünya Klasikleri dizisinden yayımladım. Kitabın başında da, o dönemde yaşanan baskıları özellikle “genç” kuşaklara aktarabilmek amacıyla ayrıntılı bir önsöze yer verdim. Önsözde, hem Türkiye’deki “Manifesto” çevirilerinin başına gelenleri, hem de bizim çevirinin öyküsünü anlatmaya çalıştım:
“... bu çeviriyi 1978 yılında Nur Deriş’le birlikte yaptık ve kitap 1979 Martında Aydınlık Yayınları’nca basıldı. Ancak ben o sırada askere gittiğim için, çeviri yalnızca Nur Deriş’in adıyla yayımlandı. 5 Nisan 1979’da piyasaya verilen kitap, 23 Mayıs 1979 günü İstanbul 9. Sulh Ceza Mahkemesi’nce toplatıldı. (...) İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi, 11 Aralık 1979 tarihinde davayı İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’ne sevk kararı aldı. Bu arada, 12 Mart döneminde de hapis yatmış ve 1974 Affı’yla serbest kalmış olan Nur Deriş, kendi isteğiyle yurt dışına çıkarak İsviçre’nin Cenevre kentine gitti; böylece Nur Deriş için tam on yıl sürecek bir sürgün yaşamı başlamış oldu...”
Düşündüklerimizi, yaşadıklarımızı anlatırken kullandığımız dile özen göstermemiz gerekir. Kullandığımız dil, nasıl düşündüğümüzün, nasıl yaşadığımızın da aynasıdır. Örneğin, Kaya Genç’in yerinde olsam, Deriş’ten söz ederken, “yurtdışına kaçmış” demezdim. Hele Celâl Üster’den söz ederken, “kitap çıktığı günlerde askere gittiği için çeviriye zaten adını koymamış, bu şekilde hapse girmekten yırtmış” hiç demezdim.
Açıklamak gerekirse, otuz yıl önceki çeviride adımın yer almaması, doğrudan benim seçimim değil, askerde başıma bir şey gelmemesi için yayınevince alınmış bir önlemdir. Böylesi önlemlerin ne denli doğal olduğunu kavramak için, çok yakın geçmişimizdeki baskı ortamlarından azıcık haberdar olmak yeterlidir.
Öte yandan, “hapse girmekten yırtmış” demek için de, dilimizin özelliklerinden hiç haberdar olmamak yeterlidir! “Yırtmak”, argo bir sözcüktür. “Kurtulmak”, “kaçmak” anlamında kullanılır, ama büyük ölçüde olumsuz bir anlam taşır. O yüzden, Kaya Genç’in anlatımından şu sonuç çıkar: Celâl Üster çeviriye zaten adımı koymamış, böylece hapse girmekten yırtmış...” Olup bitenden habersiz bir okur, en hafif deyimle, Celâl Üster’in kurnazca davranarak “maçayı kurtardığı” sonucunu çıkarır.
Kaya Genç, adı gibi “kaya gibi” mi bilmiyorum, ama soyadı gibi “genç” olduğu açık. Hem dilimize, hem de insanlara karşı biraz daha saygılı olmak gerekir diye düşünüyorum...

Comments

Popular Posts